Sinema'da Fransız filmleri...

Öncelikle şunu anlayalım. Yaşadığımız süreç bir pandemi, yani salgın sürecidir, bir ekonomik krizi değil!

Ama her ne kadar ekonomik krizi doğurabilir cinsten olsa dahi, şundan eminim ki asla insanlığın sonu olmayacaktır.

İnşallah insanlık, sanatın ne kadar önemli olduğunu bu süreçte anlamıştır.

Kapının önüne bile çıkamadığımız seyahat kısıtlaması olduğu şu günlerde, herkes sanata ilgisi arttı.

Gerçekten de sanatın her zaman insanı motive eden ve rahatlatan bir işlevi vardır.

En çok sevdiğim Fransız filmlerinden bahsetmek istiyorum.

Fransız filmlerinden bahsetmeden önce Fransızların dünya ve Türk sinemasına etkisinden bahsetmek istiyorum.

Auguste ve Louis Lumière kardeşlerin sinema makinesi icadının arkasında birçok yeni film projeleri Fransız sanatçılarından çıktı. O zamanlar Osmanlı’da bu konuyu ciddiye alan ve kayıtsız kalamayan biri vardı. Sigmund Weiburg, Fransız Pathe film şirketi ile İstanbul'da ilk yerleşik sinema salonunu açtı. Sigmund Weiburg'e Türkiye'nin ilk yapımcısı ve sinema salonu sahibi diyebiliriz.

Fransızlar, dünya sinema sanatı oluşumuna ve sinema'ya birçok katkıda bulundular. Benim analizlerime göre üç önemli Fransız film yönetmeni.

Lumière kardeşlerin film gösterimlerini izleyen George Melies, önce makineyi satın almak ister alamayınca kendi makinesini yapar. Aslında tiyatro kumpanyalarında çalışan aynı zamanda illüzyonist olan George Melies kendi sinema filmlerini çeker.  A Trip to The Moon (1902) ‘Aya Seyahat’ filmini tavsiye ederim. ‘Aya seyahat’i kendi dili ile biraz sıkıcı olmakla beraber eğlendirici tarafı yüksek bir filmdir.

Jean-Luc Godard, Fransız sineması denince akla gelen yönetmenlerden biridir.

Fransız Yeni-Dalga akımının en önemli temsilcisidir. 1960 yapımı À bout de souffle (Serseri Aşıklar) , Alain Delon'un başrolü oynadığı ve Paris sokaklarında geçen filmi tavsiye ederim. Film bir kaçış, tutku, hayal ve hayal kırıklığı filmidir. Karakter Michel Poiccard bir araba çalmıştır ve kaçarken bir polisi öldürmüştür. Bu kaçışı tamamlamak için Roma’ya gitmek ister ama yanında New York Herald Tribune gazetesinde çalışan Patricia’yı da götürmek ister. Michel Roma’ya gitmek için para ararken Patricia ile de giderek yakınlaşmaya başlar. Ancak bu kaçış planı için ikisi de hazırken Patricia, Michel’in ve izleyicinin hayalini paramparça eden şok edici bir karar alır. Film sürükleyici ve gerçekçidir.

Luc Besson, Fransız sineması için önemli bir mihenk taşı sayabiliriz. Amerikan sinema dilini kullanarak Fransız özgün sinema filmler yapan yönetmenin filmleri Dünya'da birçok topluma ulaştığını söyleyebiliriz. Luc Besson'ın en çok sevdiğim filmleri; Leon (1994) filmi, Mathilda 13 yaşında bir kızın komşusu profesyonel kiralık katil Leon'a olan sevgisinden bahseden duygusal bir film. The fifth Element (1997). Beşinci element gelecekte geçen macera filmi kendine has bir uslubu olan film aynı zamanda sürükleyici bir filmdir. En çok sevdiğim filme gelince Angel A (2005) yapımı ve Pariste geçen bir film. Her şeyini kaybetmiş, borca batağında ve ölüm tehditleri alan André, intihar etmek için Seine nehri üzerindeki bir köprüye geldiğinde, benzer bir amaçla orada bulunan güzeller güzeli, uzun boylu Angel-A ile karşılaşır. Angel-A nehre atladığında André hiç düşünmeden asıl amacını unutarak onu kurtarır. Nehirden beraber ayrılan ikili, o geceyi André’nin hayatını düzeltmek için harcayacaktır. Luc Besson’un siyah-beyaz olarak çektiği bir film.

Tabi Fransa'da çekilmiş filmlerde var, bunlardan en göze çarpanları sıralarsam; ‘Paris Bizimdir’, ‘Piyanisti Vurun’, ‘Lola’, ‘Amelie’, ‘Hugo’, ‘Paris Treni’...

Film makinesinin icad edildiği ve uzun yıllar moda ve sanatın tek merkezi olan Fransa çekilen filmlerin tarzı ve anlatım dilinde tabi ki farklı bir lezzetli oluyor.

İyi seyirler.